İşte oradaydı, allı beyazlı palomina kürke bürünmüş, 600 kiloluk saf güç. O her şeyi gören gözleriyle bana bakarken toynağıyla toprağı eşeliyor, soğuk hava yüzünden burnundan buharlar çıkıyordu. Bulunduğu round pen denen yuvarlak maneje girmem ve karşısında hiçbir fiziksel üstünlüğümün olmadığı bu hayvanın, bir yandan sınırlarımı korurken bir yandan da liderliğimi kabul etmesini ve beni kuzu gibi takip etmesini sağlamam gerekiyordu. Duygularımı taradım, mesajlarını dinledim, zihnimi taradım, yaşayacağım deneyimi kirletecek, kısıtlayacak düşünceleri temizledim (atın daha önce yanına giren ve benden tecrübeli olan eğitmeni bile sürekli ısırdığı ve güttüğü imajına bağlı kalmadım). Bedenime dikkat ettim, nefesimi derin, düzenli kıldım ve enerji alanımı kontrol ettim, atın enerjisinin biraz daha üstüne çıkmam gerekliydi. Atı kandırmam mümkün değildi, güçlüymüş gibi yapamazdım, güçlü olduğuma inanmam gerekiyordu. Sonra içeri girdim, bir an bakıştık ve ardından o koca hayvan, yeni bulduğum bu gücü sakince takip ederken, güçlü olmanın gerçekte ne demek olduğunu öğrendim.
Gücü nasıl tanımladığımız, hayatımızı nasıl yaşadığımızı belirler. Genellikle gücün saldırgan türüne şahit olur veya öyle birisi olmak istemediğimiz için gücü elimize alma fikrini reddederiz, ya da çok zorda kalınca, gördüğümüz tek örnek bu olduğundan güçlü olmak diye saldırganlığı, yırtıcılığı benimseriz. Oysa atlar yırtıcı olmayan bir güç sergilerler ve bu tarz bir gücü elimizde tutmayı başarmak hem onlarla ilişkilerimizde hem de günlük hayatımızda bize çok şey kazandırır.
Evet, atlar avcı değildir, avdır ancak avlanan taraf olmaları kurban oldukları anlamına gelmez. Sürüyü koruyan yetişkin bir aygır, avcı için son derece tehlikeli bir avdır. Dolayısıyla öncelikle saldırgan olmamayı, kurban olmakla eşleştirmekten vazgeçmemiz gerekiyor. Ne de olsa otobur ve saldırgan olmayan bu hayvanlar 50 milyon yıldır gezegen üzerinde yok olmadan türlerini ve varlıklarını koruyabilmişlerdir ancak yırtıcı ve saldırgan eğilimlerimizle biz insanların ne kadar başarılı olacağını görmek için daha önümüzde 49.950.000 yıl gibi bir süre var.
Atlar, yırtıcı olmayan davranışların güçlü yanlarını modellerler. Bu, alanını korumaktansa ilişkileri, sonuçtan çok süreci, kalıplardan çok esnekliği, stratejiden çok tepkiselliği, rekabetten çok işbirliğini ve mantıktan çok duyguları ve sezgileri önemsemek demektir. Peki biz insanlar nasıl bunun tam tersini savunan ve uygulayan bireyler haline geldik? Bunun cevabı bizi yaratan kültür ve onun her gün, her an maruz kaldığımız öğretilerinde yatıyor. Nasıl birer çocuk olarak yetiştirildik, evde, okulda? Ne pahasına olursa olsun kazanmaya mı yönlendirildik, yoksa süreçten keyif almaya mı? Etrafımızda kararlar neyi temel alarak veriliyordu? Akıl, mantık ve zihinsel verilere dayanarak mı, duygulara, sezgilere dayanarak mı? Bizi güçlü kılacak yöntemlerle mi yetiştirildik yoksa boyun eğmeyi, sorgulamamayı benimseten yöntemlerle mi? Peki yırtıcı değerlerle yetiştirilen bizler bugün çocuklarımızı nasıl yetiştiriyoruz? Onların potansiyellerini açığa çıkarmalarına izin veriyor muyuz yoksa bunu konfor alanımıza bir tehdit gibi mi algılıyoruz? Veya iş yerinde astlarımıza nasıl davranıyoruz? Onları güçlü kılmanın sonuçta ekip olarak bizi yükselteceğinin farkında mıyız yoksa otoritemizin sarsılmaması bizim için her şeyden önemli mi?
Son yıllarda anlayışın yavaş yavaş değişmekte olduğunu görüyoruz. Doğada güçlü olanın değil, değişime ayak uyduranın varlığını sürdürebildiği, kendi canını kurtamaya değil, en yırtcı bilinen türlerde bile, yardımlaşmaya öncelik verildiğini gözlemliyor ve artık kabul ediyoruz. Atlar da hem bize bu konuda en iyi şekilde model olabilen hem de onlarla ilişkilerimizde bizi bu tür bir gücü kullanmaya mecbur bırakarak öğrenmemizi sağlayan canlılar. Çünkü, “Klasik At Ansiklopedisi”nin yazarı 19.yüzyılın ünlü at yetiştiricisi Dennis Magner’ın ifade ettiği gibi, atlarla çalışmak “bir kadının narin dokunuşuna ve duygusallığına, bir kartalın gözüne, bir aslanın cesaretine ve bir bulldogun azimli inadına” sahip olmayı gerektiriyor. Bunu başarabilmek için de öncelikle gücü doğru tanımlamak ve dominantlıkla karıştırmamak gerekiyor.
Dominant, başkalarının belli kaynaklara ulaşımını engelleyen veya izin verendir. Bu özellik hayatımızın bazı alanlarında çok gerekli bir özelliktir ve gerektiği yerde kullanmaktan kaçınmak bizim açımızdan daha kötü sonuçlar doğurur. Ancak dominant olmak güçlü olmak anlamına gelmez çünkü güç aslında değişikliğe yol açma veya değişikliği önleme becerisidir. Sadece dominant bir şekilde kontrol etme ve mahrum bırakma ile gerçek bir değişikliğe yol açmak mümkün değildir. Dominantlığı güç sananlar, sürekli kontrolü elde tutma mecburiyetinin köleleri haline gelirler. Üstelik karşı tarafı itaat etmeye zorlayarak güçsüz kıldıklarından, zorluk anlarında yanlarında zaten kendi başına hareket etmeyi öğrenememiş veya bundan korkanları bulurlar. Hiçbir zaman sürekli kontrolü elimizde tutamayız ve bir binici eğer atına güvenebileceği bir ilişki yaratmak yerine bu kontrole güveniyorsa, önünde sonunda acı gerçekle yüzleşecektir. Eyer kayabilir, üzengi kopabilir, bir anda beklenmedik bir gürültü atı korkutabilir veya önümüzdeki at ve binici düşebilir. Üstelik, işler bir şekilde yolunda gitmediğinde ve böyle bir binici kontrolü yitirdiğinde, atı onu kurtaracak alışkanlıkta veya yetenekte olmayacaktır çünkü insiyatif kullanmasına hiç izin verilmemiştir.
Sadece kendine güveni olmayan, özünde zayıf olduğunu düşünen kişiler sürekli güçlerini ispat etmeye çalışırlar. Gerçekten muktedir olduğunu hisseden kişi her hareketiyle bunu kanıtlama ihtiyacında olmayan kişidir. Gücü benimsemiş kişi onu zarafetle taşır.